04 Kasım 2024 Pazartesi
Murat Kaya: Kapadokya’nın Kültürel Mirasını Koruyarak Turizmi Yükseltiyor
Yabancı ilgisini üzerine çeken yerli hisseler
İçişleri Bakan Yardımcısı Karaloğlu: "Huzur ortamının korunması için çalışacağız"
Turnuvaya giden 6 futbolcu kaçırıldı, güvenlik güçleri operasyon için düğmeye bastı
Binalar gördünüz yanmış veya hala dumanlar içinde, bağırışmalar ve çığlıklar, siren sesleri ve can havliyle koşturmalar, sokak veya bina diplerinde çökmüş sinmiş insan siluetleri. Çocuk bedenleri, toz toprak içinde bilinçsizce dolaşan bedenler, anaların feryatlarına karışan silah sesleri. Ardı ardına düşen bombalar ve helikopter sesleri… gözünde yaşlarla bir küçük çocuk ellerinde kan lekeleri…
Aksiyon filmi mi sandınız yoksa? Değil hatta kötü bir rüya veya kabus hiç değil. Olsa bir yerinde uyanır kalkıp bir abdest alıp iki rekat namaz kılar sıkıntısından kurtulurduk. Bu anlattıklarım tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşen, defalarca insanlık sınavında sınıfta kaldığımız bir trajedinin her gün gözümüze sokulan haber anekdotlarıdır.
1897…
Aslında her şey 1897 yılında İsviçre’nin Basel şehrinde başladı. Birinci Siyonist Kongrede. Bir yıl öncesi sözde gazeteci Theodor Herzl, “Yahudi Devleti” adlı bir kitap yazmıştır. Kitaba göre Yahudiler kendi devletini kurmalı ve vaat edilen topraklara geri dönmeliydi. Bunun için topladıkları paralarla Gök Sultan Abdülhamid Han karşısına çıkıp toprak istediler. Yüce Hakan onları kapısından def etmiş ve defalarca iftiralarına ve hatta suikastlarına maruz kalmış lakin yine de boyun eğmemiştir.
Böylece dünyanın en uzun süren ve sürekli insanlık sınavı, İsrail’in işgal planı başlamış oldu. Birinci dünya savaşı sırasında Osmanlı Devleti hakimiyetinde olan Filistin, İngiltere’nin oyunlarıyla maşa haline gelmiş bazı Arap güçlerinin hakimiyetinde kısa bir süre özgür olmuş görünse de asıl hesaplar görülmemiş, 1918 de işgal ile tanışmışlardı. Bu zamana kadar bölge, özellikle doğu Avrupa’dan gelen Yahudi göçleriyle zaten işgale hazırlanıyordu. Hele bir Sykes-Picot anlaşması var ki sormayın. Fransa ve İngiltere arasındaki gizli anlaşmaya göre bölge bu iki ülke arasında paylaşılıyordu. Ve yine aynı anlaşmaya göre Filistin’de uluslar arası bir yönetim kurulacaktı. İngiltere’nin iki yüzlü oyununa ve Siyonist lidere gönderdiği mektuba (Balfour Deklerasyonu) göre de Yahudi halkları için bölgede bir devlet kurulması sözü veriliyordu. Çok etkili oldu. Yüz binlerce Yahudi bölgeye akın etti. Haliyle Araplar bu durumu kabullenmediler. 1929 yılında Siyonistler ile Araplar arasındaki çatışmalar sonucu 133 Yahudi’nin ölümü karşılığında İngiliz polisi Filistinli 110 kardeşimizi şehit etmiştir. Yıllarca çatışmalar sürdü ve sivil itaatsizlik denilen olaylar görüldü. 1937‘de İngiltere’de, eski devlet bakanı Lord Peel‘in başkanlığındaki Kraliyet Komisyonu, bölgeyi Yahudi ve Arap devletleri arasında paylaştırmayı önerdi. Yahudi devleti, İngiliz mandasındaki Filistin’in üçte birini kaplayacaktı ve Celile Denizi ile sahildeki düzlükleri içine alacaktı. Kabul edilemez bu teklif, göçün durmasını isteyen eylemlere sahne oldu. 1947 de İngiltere’nin bu sorunun çözümünü Birleşmiş milletlere devretti. Haksızlıklar sizce son buldu mu? Hayır! Bölge tamamıyla bir dramaya sahne oluyordu. Kabul edilemeyecek şartlar havada uçuşuyor ve bölge kanlı çatışmalara sahne oluyordu. Arkasında Avrupa devletlerinin desteğini, vaat edilmiş devlet sözlerinin gücünü hisseden Yahudiler artık nüfusun üçte birini oluşturuyordu. Toprakların yüzde 6’sı onların elindeydi. Avrupa’daki Nazi zulmünden kaçan yüz binlerce Yahudi göçü durumu çözülmez noktaya doğru götürmekteydi.
Filistin Kurtuluş Örgütü
Burada adından söz etmek gerekiyor ki tarihe adını yazdırmış olan Filistin Kurtuluş Örgütü sık sık sahnedeydi. Örgüt uluslar arası arenada kabul görmesi yıllar alacaktı. Arap ülkelerinin desteğiyle kurulmuştu. Topraklarından sürülmüş toplama kamplarında yaşamak zorunda kalan Filistinli kardeşlerimizin silahlı direnişi olan Filistin Kurtuluş Örgütü, İsrail’in varlığını asla kabul etmeyen bir yapıydı. Lakin uzun yıllar süren mücadele sonucunda Filistin’de iki devletli yapıyı kabul etmek zorunda kalmıştı. Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisinin yayınlarına göre;
“Arap dünyasında çekişmelerin arttığı ve bir yandan da Filistin gizli direniş gruplarının eylemleriyle, İsrail’in buna karşı Arap ülkelerini tâciz eden misillemelerinin sıklaştığı 1960’ların ortalarına doğru, Cemal Abdünnâsır’ın girişimiyle Kahire’de toplanan ilk Arap zirvesi, gerek Arap dünyasında birliği yeniden oluşturmak, gerekse söz konusu direniş gruplarını merkezî bir denetim altında bulundurmak amacıyla Filistin halkını ayrı bir kimlik içinde teşkilâtlandırma kararı aldı (Ocak 1964). Bunun ardından, daha önce Arap Birliği tarafından Filistin halkının temsilcisi seçilmiş olan Ahmed Şükayrî’nin bu karara dayanarak yaptığı temasların sonucunda Kudüs’te, çeşitli yörelerden gelen Filistinliler’le Arap ülkeleri temsilcilerinin oluşturduğu 424 üyeli Filistin Millî Kongresi toplandı; böylece Şükayrî’nin de başkan seçildiği bu toplantı ile örgüt resmen kuruldu (28 Mayıs 1964). Ancak örgüt bu ilk yapısıyla bağımsız Filistinli mücadelecilerin eseri değildi ve politik açıdan tamamen Arap devlet başkanlarına, malî açıdan da Arap ülkelerinin resmî organı durumunda olan Arap Birliği’ne bağlıydı. Dolayısıyla örgüt bu yapısıyla 1967’ye kadar gerçek bir siyasî güç haline gelemediği gibi Filistin halkının da desteğini sağlayamadı ve sonuçta Arap devletleri arasındaki siyasî manevraların bir vasıtası durumuna düştü.”
Takvimler 5 Haziran 1967’yi gösterirken sahnede Altı Gün Savaşları olacaktı. İsrail, Arap devletlerinin denetimindeki son toprakları da ele geçirmiş bu da direnişin farklı bir boyuta ulaşmasına neden olmuştu. Arap ülkelerinden bir şeyler ummayı bırakıp kendi kimliklerine sahip çıkma yolunda yarışa girdiler. El Fetih bu konuda öne çıkarak Yaser Arafat önderliğinde Filistin kimliği ile mücadele edilmesini savunuyor, ayrıca yavaş yavaş Filistin Kurtuluş Örgütünü ele geçirmek için milli kongrede oyların neredeyse yarısını ele geçiriyordu. 1968 deki kongrede ise “Filistin’in kurtuluşunun tek yolu silahlı mücadeledir” maddesi kabul edildi. 1969 da ise Yaser Arafat örgütün lideri oldu. Her ne kadar mücadele sürse de örgütler sürekli bölünüyor, ayrı cephelerde ayrı saldırılarda ayrı beyanatlarda bulunuyordu. Bu durum sürekli sözde İsrail devletinin işine yarıyordu. Yaser Arafat uluslar arası arenada saygı kazansa da bu İsrail’in abisi Amerikan’ın işine gelmiyordu. Siyonist dünya dediğimiz oluşum bundan çok rahatsızdı. Bölgenin sürekli istikrarsız olması, güçlü devletler değil de bağımlı ve zayıf örgütler üzerindeki etkisiyle yürütülmesini isteyen projesi sahnede idi. İkinci dünya savaşı ile planlanan İsrail’in devlet kurma hayali bölgede İngiliz hakimiyetindeki Arap devletlerinin eliyle yavaş yavaş oluşmuştu. Nitekim İngiltere’den olur almadan hiçbir şekilde hareket etmezlerdi. Yaser Arafat bunları görmüştü. 1970’lerin ortalarından itibaren etkisi çok artmış ve hatta Birleşmiş Milletler kürsüsünden tüm dünyaya seslenmişti. Filistin Kurtuluş Örgütü içinde bir temel görüş farklılaşması belirdi. Arafat ve el-Fetih 1974’ten itibaren, özellikle Birleşmiş Milletler kararları sonrasında diplomatik mücadele yoluyla çözüm arayışına yöneldi. Bunu kabul etmeyen muhalif radikaller, İsrail’in ortadan kaldırılarak tüm halkların (Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman) tümünü kaplayan eşit haklara sahip, laik bir devletin kurulmasını istiyorlardı. Bir dönüm noktası olan Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü içine alan bölgede başlatılan ayaklanma yani birinci intifada sonucunda 1988 de Filistin Devleti kuruldu ve başkanı Yaser Arafat oldu. Böylece iki devletli çözüm önerisi ortaya konmuş oldu. Arafat’ın kazanımları, ılımlı yaklaşımları bir örgütü çok rahatsız ediyordu. 1993 yılında Washington da bir araya gelen iki devlet başkanı Arafat ve Rabin birbirlerini tanıdılar. Bu durum İslami ağırlıklı Hamas hareketinin tepkilerini çekmişti. Aslında Filistin ve İslam aleminde Arafat bir özgürlük savaşçısı olarak görülmekte iken İsrail terörist olarak görmüştü. Uluslar arası arenada Arafat çalışmalarını yaparken ve hatta Nobel barış ödülüne layık görülürken, Hamas ve yandaşı militanlar gücü eline geçirmek için harekete geçmişlerdi. 2004 yılının sonlarında Ramallah’da bulunan binalarda iki yılı aşkın bir süredir İsrail Ordusu tarafından zorla tutulmaktayken Arafat, hastalandı, 11 Kasım 2004’te 75 yaşında hayatını kaybetti. Bence bir umut kaybolmuştu.
Hamas… Kime hizmet ediyor?
Aslında Hamas’ın kuruluşu Mısır’da 1928‘e kadar dayanıyor. 1970 lere kadar hep İslami, kültürel, eğitim faaliyetlerinde bulunmuş olan ihvân-ı müslimîn, Mısır, Sudan, Filistin, Doğu Ürdün, Suriye, Pakistan ve İran’da şubeler açmıştır. Siyonist tehlikeye dikkat çeken örgüt önemli bir siyasal yapı olarak Filistin Kurtuluş Örgütünde denge oluşturmak amacıyla İsrail tarafından desteklendiği öne sürülmekte olup, hiçbir zaman ne örgüt ne de İsrail tarafından kabul edilmemiştir. Hamas nasıl mı güçlendi? İlkönce İran-Irak savaşına bakmak lazım. Irak’ı destekleyen Filistin Kurtuluş Örgütünün karşısında olan ve o yıllarda ekonomik sıkıntılar çeken Filistin halkının tepkileri buna öncülük etmiştir. İran ile sürekli temas içinde olan Hamas ve silahlı kanadı İzzedin El Kassam Tugayları İsrail’in varlığını asla kabul etmedi. Arafat’ın kurmuş olduğu barış sürecini hiçbir zaman tanımadı ve sürekli saldırılarını devam ettirdi. Peki, bütün bunlar kimin işine yaradı. Her saldırıda uluslar arası arenada meşruluk kazanmaya çalışan ve Avrupa ile Amerika’nın (her yıl ortalama 3 milyar dolar) desteğini alan ve Filistin halkının kanlarına bulanmış İsrail’in mi? Yoksa bu durumdan bölgedeki kin ve nefreti sürekli tetikleyen ve ayrıca boş ve gereksiz tehditleriyle Müslüman coğrafyayı istikrarsızlığa sürükleyen İran mı? Her saldırıda İsrail işgal ettiği bölgeleri genişletti. Boşaltılan alanlara karakol kurup toplu konutlar dikti. Filistinli kardeşlerimin evlerine ve topraklarına el koydu. Katliamlarına hep uluslar arası alanda zemin buldu. Sosyal medyada hümanist yaklaşımlarda bulunan ve ajitasyon yaparak takipçi kazanmak isteyen zatların ekmeğine yağ sürer bir biçimde Hamas görüntüleri dolaşmaktadır. Bu görüntülerin Müslümanlık ile ilişkisi olup olmadığını sorgulamak zorundayız. Maalesef bunların içinde Türk düşmanlığı da bilinmekte olup, farklı derinliklerde ilişkileri olan Hamas’ın sorgulanması gerekmektedir. Şu anda yüzlerce masum Filistinli kardeşimiz yoğun saldırılarda can vermektedir. Akılda olan sorular şunlardır; Birincisi, elektronik sistemlerle en üst seviyede korunan demir kubbe ile savunulan bir bölgeye neredeyse elini kolunu sallayarak militan kuvvetler nasıl sızdı? İkinci olarak 1973 teki Yom Kippur dediğimiz Mısır ve Suriye liderliğindeki sürpriz saldırı savaşından bu yana tarihindeki görmüş olduğu en şiddetli saldırıya maruz kalan İsrail’in dünyaya nam salmış filimlere konu olmuş istihbarat teşkilatı Mossad’ın bunu nasıl görmediği? Üçüncüsü, iç çatışmalarla ve anayasa değişikliği ile sürekli baskı altında olan batının bile tepkisini çekmiş uygulamalarla arkasında destekçileri azalan Netenyahu’nun bu saldırıdan sonra içeride ve dışarıda elini nasıl güçlendirdiği? Dördüncüsü, son yıllarda Arap devletleri ile İsrail’in arasını bulmak için Suudiler ile gizli görüşmeler yapan Amerika’nın bölgedeki etkisini bitirmek amacıyla İran’ın bu saldırıyı ne şekilde desteklediği? Beşincisi Suriye’den Karabağ’a kadar Tebriz de dahil tüm Türk coğrafyasında etkisini arttıran bölgenin hamisi konumuna tekrar yükselen Türkiye’nin önünü kesmek isteyen güçlerin ne denli başarılı olacağı? Sonuncu olarak ve en önemlisi Türkiye’nin bölgedeki gelişmeleri nasıl bir hamle ile savuşturup İsrail, İran ve Amerika dediğimiz şeytan üçgeninden zarar görmeden sıyrılacağı? Bölgedeki gelişmeler bu sorulara zamanla cevap bulacak fakat hiçbir şey Filistinli kardeşlerimizin çektiği acıları bize tarif edemeyecek. Rabbim Filistinli çocukların gözyaşlarıyla helak edecektir zalimleri…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.